1) HAYATI VE TAHTA ÇIKIŞI
22 Eylül 1842 ‘de Sultan Abdülmecid’in oğlu olarak dünyaya geldi. Henüz 10 yaşındayken annesini kaybedince bakımını Sultan Abdülaziz’in çocuksuz eşi Pirustu Kadın Efendi üstlendi. Sultanımıza annesinin yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yaptı ve onu kendi çocuğu gibi büyüttü.Babası Abdülmecid öldükten sonra yerine geçen sultan Abdülaziz , onun eğitimiyle çok yakından ilgilendi. O günün şartlarına uygun olarak yetiştirilen şehzademiz bir süre sonra Sultan Abdülaziz’in yanında Avrupa turnesine katıldı. Bu turnede Avrupa ülkelerinin kültürlerini,yaşayışlarını hatta Osmanlıya bakışları hakkında birçok deneyim kazanarak geri döndü. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve oldukça şüpheli ölümü, hemen ardından abisi 5. Murad’ın akli melekelerinin yerinde olmadığı sebebiyle tahttan indirilmesi olaylarına tanık oldu.(Bu “Deli addedilen Osmanlı Padişahları” konusuna başka bir yazımda deyineceğim.) Ve nihayet bir Osmanlı’nın ulu hakanı bütün bu zor koşullarda 31 Ağustos 1876’da Osmanlı tahtına oturdu.Artık önünde acı çeken bir ümmet ve yok edilmeye azmedilmiş geniş bir coğrafya duruyordu. Avrupanın Hasta adamı , hastalıktan kurtarılmak için bekliyordu.
2) SALTANAT DÖNEMİ
Kendisinden önceki iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa’yı sadrazam yaparak göreve başladı. O hükümdarlığa geldiğinde saray ile Bab-ı Ali arasındaki çekişme alevlenmiş ve koskoca devlet , borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmişti. Öyle ki kendi içinde çalışan memurların maaşları dahi çok zor ödeniyordu.Üstüne Rusya’nın uyguladığı Panslavizm politikasının etkisiyle balkanlarda ayaklanmalar baş gösteriyordu. Meşrutiyet fikri yüksek sesle konuşulmaya başlanmış hatta padişahlığı kaldırıp bir cumhuriyet kurma fısıltıları çıkmaya başlamıştı. Yani iktidara geldiğinde her hangi bir yaptırımı olmayan bir tahta oturmuştu Sultan Abdülhamid. 23 Aralık 1876’ da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi’yi ilan etti.
İmparatorumuz bundan sonra yüksek bir siyasi zekaya sahip olduğunu kanıtlar derecede hareket edecekti. Mesela Kanun-i Esasi’den sonraki ilk icraatı 113. maddede kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi” ni kullanarak Mithat Paşa’yı sürgüne gönderip askeri ve devletin geri kalanını kendisine karşı kışkırtabilecek bir dost görünümlü düşmandan kurtulmasıdır.
Bir süre sonra Abdülhamid’in tüm engelleme çalışmalarına rağmen 93 Harbi patlak verdi. Birkaç önemli devlet adamının ısrarları üzerine girilen savaşta, Osmanlı Ordusu bir dizi yenilgilere uğradı maalesef. Abdülhamid büyük eleştirilere maruz kaldı. Bunların üzerine Abdülhamid meclisin vatanın birliğine zarar verdiğini düşünerek tatil etti ve takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı. Bu olayları şöyle bir değerlendirmeye alırsak; Abdülhamid, saltanatının ilk yıllarında hem toprak bütünlüğünü korumaya çalışmış hem devlete karşı yok olan güveni sağlamaya çalışmış hem de kendisine karşı olan bir dizi devlet adamlarının acımasız politikalarına maruz kalarak onlarla uğraşmıştır. Bütün bunlara karşı başarılı olduktan sonra artık Sultan Abdülhamid ülkede düzeni sağlayacak, o zamanki şartlara göre oldukça şaşırtıcı bir şekilde ülkeye eşik atlatacak ve Osmanlı,tekrar eski günlerin kokusunu almaya başlayacaktı.Bundan sonraki dönem, tarihçiler tarafından “Toprakları elde tutma dönemi” şeklinde adlandırılır.
3) TOPRAKLARI ELDE TUTMA DÖNEMİ
Ülkemizin yıllardır çözümü için çok uğraşlar verdiği “Doğu Sorunu” Abdülhamid döneminde de varlığını sürdürmekteydi. Bölgedeki Ermeni toplulukları bir isyan hazırlığına girişmiş , yerel halka zararlar vermekteydi. Kendini haklı olarak korumak isteyen Kürt aşiretleride kendi çapında silahlanmış ve zaman zaman Ermeniler ve Kürtler arasında çatışmalar yaşanmaktaydı. Bunun üzerine 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa bu isyanları bastırmak için görevlendirildi. Bölgede yaşanan kanlı çatışmalar, Batının “aptal,kör,medeniyeti(!) öğretmeye çalışan” medyası tarafından oldukça haber yapıldı ve bu çatışmalar “Hamidiye Katliamları” olarak adlandırıldı. Kendi planlarının engellendiğini anlayan batılılar şu andada olduğu gibi medya tarafından şiddetli kampanyalarla eleştiri yağmurunu tuttlar Osmanlı’yı. Kuyruk acıları geçmiyordu çünkü Ulu hakan Abdülhamid Osmanlı ülkesinde bütün batılı casus faaliyetlerini kendi kurduğu müthiş istihbarahat teşkilatıyla engelliyordu. Batı uzun yıllar sonra ilk defa “Acaba? Geri mi döndüler?” şeklinde sorularla düşünceye dalıyordu. Ve başımıza Yunan belasını salmaya çalıştılar. 1897 yılında Girit’i isteyen Yunanistan, Teselya sınırlarına tacizlerini artırdıkça bölgede savaş çanları iyiden iyiye duyulmaya başlanmış ve Osmanlı yine tek başına bütün Batı’ya karşı dimdik ayakta durmaya mecbur bırakılmıştı. Abdülhamid vükela meclis mabeyni toplantıya çağırmış ve bu durumun acilen görüşülerek bir karara bağlanması yönünde emir vermişti. Meclis ara vermeden 56 saat konuşmuş, konu halen daha tartışılırken Yunanistan saldırıya geçmiş, hazırlıksız olan Osmanlı tümenleri birkaç kilometre geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerinde İstanbul’da hazır bulunan 1. Ordu komutanı Ethem Paşa harekete geçmiş ve savaş alanına ulaştıktan sonra birkaç gün içinde Teselya’yı tekrar ele geçirdi . Ve muzaffer ordu Atina’ya yürümeye başladı. Avrupalılar’ın geçilemez dedikleri Milona geçitlerine geldi ve Yunan ordusu burada da perişan edildi. Tek bir hedef kalmıştı ; Atina.. Atina’ya doğru ilerleyen muzaffer ordumuz Yunanlılar’ın son müdafaa hatlarının bulunduğu Dömeke’ye geldi. 25 bin kişilik Yunan ordusu, Dömeke Meydan Muhaberesi adıyla tarihe geçen savaşta darmadağın edildi ve bir daha toparlanamadan ordumuz Atina’ya girdi. Bunun üzerine kendi tabirimle Yunanistan’ın büyük ağabeyleri Avrupa devletleri olaya müdahale edip bir antlaşma imzalanması konusunda baskı yaptılar. Ve antlaşma imzalanarak bu konunun üzerine bir set çekildi.
4) İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ
Abdülhamid’in gösterdiği sıkı yönetime karşı muhalefet güçlenmeye başlamış bunun sonucunda İttihat ve Terakki kurulmuştu. Osmanlı ülkesinde artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakki karşıtlarının kışkırtmaları sonucunda İstanbul’da bir ayaklanma başlamış bunun üzerine Selanik’te bir hareket ordusu kurulmuş ve bu ordu isyanı bastırmak için İstanbul’a yürümüş sonucunda ise 23-24 Nisan gecesi İstanbul’a girerek ayaklanmayı bastırmış olayların sonucunda Ulu hakan tahttan indiilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. 3 yıl orada ev hapsinde tutulduktan sonra İstanbul’a Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiştir. 10 Şubat 1918 ‘ hayata gözlerini yumarak en sevgiliye ulaşmıştır. Allah rahmet eylesin..
5) ULU HAKANIMIZIN KİŞİLİĞİ
Sultan Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zeka ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenir.[10]
Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus'i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.
Sultan Abdülhamid’in gördüğü bazı rüyalar son derece ünlüdür ve onun ne kadar manevi bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Bu rüyalardan bir örneği size anlatmak isterim;
“Osmanlı ordusu, Dömeke üzerine yürüyüşe geçerken; Müşir Edhem Paşa, Alasonya Ordusu umumi karargahının Tekke Köyü’ne nakledilmesi için emir verdi. Emri alan tümenler Dömeke üzerine bütün silah ve cephaneleriyle birlikte yürüyüşe geçmişlerdi.
Umumi karargahın bütün üst düzey kumandanları, Müşir Edhem Paşa başkanlığında toplanarak; imha savaşı olan meydan savaşının son hazırlıklarını müzakere edip, esasa bağladılar. Netice en mahrem usullerle tümen kumandanlarına bildirildi.
Cephede ordunun vaziyeti bu durumda iken, Yıldız Sarayı’nda bir görüşme oluyordu:
Sultan 2.Abdülhamid Han kalp gözü açık, veli bir padişahtı. Hatta Şazeli tarikatına mensup olduğu gibi, Şeyh Efendi’nin vefatından sonra, kendisinin tarikatın şeyhi olduğu da kayıtlıdır.
İşte bu tarikatın şeyhi Eb Ül Hüda Efendi, 2.Abdülhamid Han’a bir rüyasını anlatmıştır.
Şeyh Eb Ül Hüda Efendi rüyasını şöyle anlatır:
“Mayıs ayının 15. gününü 16. gününe bağlayan gece, yatsı namazını eda etmiş, hiç konuşmadan yatağıma girmiştim. Uykumun ilk safhasında rüya başlamıştı. Kapkara ufuklarda yalçın kayalardan müteşekkil bir tepe görülmekteydi. Bu tepenin üzerinde bir yanardağ krateri gibi ateşler kaynıyordu. Kaynama az sonra, ateşlerin yayılması safhasına bürünüyordu. Yayılan ateş tepenin her tarafından bir lav halinde aşağıya dökülüyordu. Bu sırada ellerinde kırmızı bayraklar olduğu halde tepeye doğru koşuşan askerler geliyordu. Bunlar tepeye yaklaştıkça çoğalıyorlardı.
Tepenin üzerinde namütenahi irilikte kara cüppeli bir papaz beliriyor, ellerini ateş kaynayan çukura uzatıp avuçlarına aldığı ateşleri koşan askerlerin üzerine serpiyor, tepeye yaklaşanları engellemeye çalışıyordu.
Birden bire ortalığı sarmış kara dumanı yırtan bir hilal zuhur etti. Kara cüppeli papaz büyük bir öfke ile hilali kavrayıp yere çalmak niyetiyle atıldı. Fakat hilal yay gibi gerilip, bir şimşek olup, papazın kafasına çakarak onu kül yığını haline getirdi. Hilal, artık bir yıldırım olmuştu. Durmadan açılıp kapanmakta, her tarafa göz kamaştırıcı yıldırımlar yağdırmaktaydı. O esnada Şark tarafından yeşil elbise giymiş bir zat belirdi. Sağ elinin şehadet parmağı önce hilale doğruldu. Bir işaretle hilali sükunete getirdi. İkinci hedef ateşler püskürten kraterdi. İkinci işaret, akan ateşleri billur gibi akan sulara çeviriverdi. Üçüncü ve son hedef tepeye hücum eden kırmızı bayraklı askerlerdi. Bu askerler mutlu İslam askerleriydi.. İşaret üzerine Allah Allah! diyerek uçarcasına koşmaya başladılar. Ellerindeki şanlı sancağımızı zirveye diktiler.
Şevketmeabım; gözlerimi açtığımda, kulaklarımda ‘Nasrun minellahu fethun karib’sesleri çınlıyordu. İnşaallah yarına kalmaz zafer haberi alacaksınız”
Diyerek anlatımını bitirdi.
Boğuk, fakat ahenkli bir ses Şeyh Efendi’ye, “Rabbi yessir vela tüassir Rabbi temim bilhayr”diye cevap veriyordu. Bu sesin sahibi Cennetmekân 2.Abdülhamid Han idi.
Ve Abdülhamid’in gördüğü kutlu rüyada okuduğumuz gibi muzaffer ordumuz Dömeke’de yunanlıları perişan etmiş ve büyük bir zafer kazanmıştı..
Sanırım biraz fazla konuştum ancak konu Sultan 2. Abdülhamid olunca inanın bu kadar yazı yetersiz geliyor, anlattıkça anlatmak istiyorum..
Allah başımıza onun gibi hükümdarları getirsin inşallah. Ona layık olmamız dileklerimle..
DIŞARIDAKİ TARİHÇİ
0 yorum(lar):