Reklam

Küçük Başlangıçlar Çok Önemlidir ...

     Gecenin en derinlerinden bir gece . Ramazan geceleri her daim güzele çalar bir renktedir. Sabaha karşın esen şöyle ince serin rüzgarlara karşı oturup balkonda seyre dalmak var her yeri. Önceki sabah geçen hüzünlü anlar unutulur o noktada, hatta hemen her şey unutulur içinizde ne varsa dert adına. Her neyse, hayat hakkında bir miktar bir şeyler karalama fikri , özellikle benim gibi fikri sabitler için çok ama çok komik fakat aynı zamanda hüzünlü de geliyor bana nedense. Değişime kapalılık bundan 500 yıl önce insanoğlunun 'ideal' olması noktasında önem arz ederken bu gün artık gerilikten ve banallikten öte bir şey değil. Fakat haklıyız bence biz fikri sabitler. Geçen günler hiç eskisi gibi olmuyor.



     Oturduğunuz bankta dostlarla oturamıyorsunuz mesela eski günlerdeki gibi, iftardan sonra çıkılan ramazan sohbetleri de olmuyor bir önceki seneki gibi mesela... Ha bu demek midir ki her daim fikri sabit olalım, yeniye karşı hırçın olalım ? Yok. Bu sadece kişisel bir tepki, ben her daim sitem edeceğim yenilere, eskiler gibi olamadıkları için. Hatta 'y' kuşağından çıkma kendimle dahi bazen çelişiyorum eskilerden uzaklaşma gafletinde bulunduğum için. Buradan şöyle bir sonuç çıkmasın ki yazar burada gericilik perspektifi yapıyor. Kesinlikle hayır. Hayat hakkında ya da en azından güncelde geçmişe duyulan özlemin ne ilgisi var sosyo­politik bir tanımla? O noktalarda ben bambaşka yerlerdeyim. Benim demek istediğim zavallı güncellikten sıyrılmış gündelik hayatımızda her geçen senenin özlenmesi gerektiği. Özlenmiyorsa bir önceki sene maalesef verimli güzel bir sene değilmiş sonucu çıkıyor, boşa geçen güzel olmayan bir sene ... Ne kötü ama ?
   Günlerin bizden götürdüğü şeylerin olduğu muhakkak, mesela ikindi vakitleri çok iyi niyetli ama aynı zamanda çok sinsidir, bakmayın öyle güzel durduğuna. Her ikindi vakti bir günün bittiğini söyler bizlere, biz de o esnada hüzünden turuncuya dönmüş gökyüzüne bakıp 'ah ne kadar güzel ne kadar şairane' deriz. Ben mesela çocukluğumu hep ikindi vakitleriyle anarım , 'o yorgun ikindi vakitleri' derim çoğu zaman anlatırken. Neden ? Çünkü onlar aslında her gün sinsi sinsi bana çocukluğumun geçtiğini anlatıyordu, belki uyarıyordu beni o günleri özleyeceğim noktasında. Derinlere indiğimizde daha milyon tane örnekle karşılaşırız, uykularım kaçıyor bazen işin aslı. Geçmiş bu hızla geçmiş gitmiş, geleceğe bakmamışız çocukken... Şimdiyse bir gençlik yaşamaktayız her neyse. Bu noktada aslında kendi snuff filmimizde başrol gibiyiz. Zaten hayat da temelinde buna benzemiyor mu bizler için ? Kazanımlarımızla gelişim içine giren , sürekli devinim halinde olan evren ve nicesine karşı bir duruşumuz var insan olarak. Bu duruş noktasında ileri gitmeden eleştirel bakmak gerekiyor bazen. İnsanlar buna yorganaltı düşünce falan diyor, kişinin kendiyle mütalası diyorlar. Ben bilmem artık ne derlerse desinler.

          Belkide bu güne dek gördüğüm en karamsar en melankolik itap karakteri Anayurt Oteli'nin' Zebercet'i dahi benim baktığım noktada bakıyordu hayata­ki fikri sabit olan beni­, beni de az çok etkiliyor bu nedense. O da geçmişte takılıp kalmış, gecikmeli trenle gelen müşteriye tutulmuş. Aslında orda nasıl klişe bir vaziyet yoksa yani alışılmış kadın­erkek düzleminde gelişen bir aşk yoksa , tam aksi alışılmışın dışında son derece özgün ve sürreal bir vaziyet varsa işte bizde (ya da bende ) de benzer bir durum söz konusu. Ve bunca laga lugayı farklı şekillerde dile getiriyor insanoğlu Aristo'dan Eflatun'a, Nietzsche'den Marx'a, Gazali'den Bergson’u... Ve hepsi sonuç olarak aynı soruyu soruyorlar :

       Amacımız ne ? Varoluş gayemiz ne ? Evet herkesi tatmin eden cevap farklı oluyor tabi, hepsi de hemen hemen farklı cevaplara ulaşıyor. Bu o denli normal bir şey ki. Çünkü insan aklı gerçek anlamda özgün. Ruh da aynı şekilde(Ruha inanmak noktasında materyalist bir akıma mensup olmadığımı belli etmiş oldum sanırım. Fakat bu onların belli konulardaki aşmış düşüncelerini kabul etmediğim anlamına gelmez) . İşin yaradılış­evrimsel süreç boyutuna çokça girmek istemiyorum zira ben nasıl bu ikisinden birini seçtiysem muhtemelen siz de seçeceksiniz, seçmelisiniz, seçmek zorundasınız... Var oluşun özünü kavramaya çalışmayan bir insan nasıl bir insandır ki ? Neden kavramaya çalışmaz ,sorular sormaz ki insan ?



Ramazan gecesinden girip varoluşa değin gelmek diye buna derim işte, yaşamımız ve varoluşumuz o kadar bütünsel ki birbiriyle alakasız gibi görünen iki disiplin, aslında doğrudan bağlantılı, hemen her şey sebepler üzere bağlı tabi birbirine. Hayır çok katı bir determinist değilim, yalnızca gözlemim böyle. Determinizm bize hayata bakış konusunda zarar değil yarar sağlar kanaatindeyim. Çünkü düşündüğümüz hemen her şeyi yıkabilir determinizm bu da kendimizi yenilememize ve acınası güncelliğimizi geliştirmemize yardımcı olur. Biz kendimize yardım ededuralım bizden bağımsız olan eşya, evren ve düşünce sürekli kendini yeniler, biz yakalamaya çalıştıkça o kendini yeniler bu döngü böylece sürer gider. Yakalayabileceğimizden değil de yine peşinde koşturmamız bize hayat ve düşünce noktasında yarar sağlar. Bu noktada anlaşılırlık babında biraz daha yüzeysele dönelim çünkü derinlemesine indikçe yalnızca düşünce olarak kalıyor, yazıya aktarımı zorlaşıyor. Bu da benim birikimimin zayıflığından kaynaklandığı kanaatindeyim.



Hayata baktığımız sürekli akış ve değişim halinde demiştik. Eski günlüklerde yazanları gülümseyerek okuduğum şu günlerde bu değişimin en korkunç haliyle yüzleştim ben. Gerçekten de geçen günler anlamsızlaştı, buna şahit oldum. Önceden yaşadığımız bir sevinç bir gün bizim için can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyor. Düzenimizi değiştirip müdahale ediyoruz tabi. Ne güzel... Müdahale etmek... İnsanın sahip olduğu , ona bahşedilmiş en güzel (belki de en korkunç) özellik bu. Hayatında kötü giden şeylere belli bir raddeden önce müdahale edebiliyor insan. O raddeyi aşınca elbet elden bir şey gelmez fakat o raddeye değin müdahale şansımız var. Bu harika bence. Fakat biz insanoğlu olarak yine bize verilen bu en güzel özelliği uzun vadede kendi aleyhimize de olsa kısa vadede lehimize olacak geliştirmeler için kullanıyoruz. 'Doğayı mahvediyoruz' deyip tonla uyarı koymayacağım bunu yapan milyonlarca insan olmasına rağmen kimse dinlemiyor, hayretler içerisindeyim, bize verilen en güzel hediyelerden birisi olan doğayı insan değiştirmeye , bozmaya nasıl cesaret edebiliyor ? Hayret uyandırıcı gerçekten. Sırf çatal bıçak kullanacak zekaya sahip olduğumuz için diğer canlılara saygısızlık yapma hakkını nasıl kendimizde bulabiliyor hayret. Gündelik sorunların yanında küresel sorunlar o kadar küçük kalıyor ki bunu düşünecek takate sahip olamıyoruz sanırım. Varoluşçular , o saatlerini düşünmeye ayıran insanlar bile küresel sorunlara çok satır ayırmamış, üzülerek görüyoruz bunu. Oysa yaşadığımız gezegenden ayrı nasıl bir varoluş düşlenebiliyor ki ? O olmassa bırakın varoluşu buz dolabımız bile olmazdı o derece. Buz dolabı demişken neden her evin olmazsa olmazı oldu buz dolabı ?

             Bundan 150 yıl öncesine kadar hiç olmayan bir şey bu gün nasıl her evde ? İnsanoğlunun biriktirme, başkalarından saklama ve yalnızca kendi için muhafaza etme hırsı 150 yıl sonra başka bir beyaz eşya daha ürettirir mi ? Kim bilir ürettirir belki de . Vakit varken paylaşmak lazım kanımca, zira insanlığımızı kaybettikten sonra bir daha paylaşmak duygusu da olmayacak silinecek yeryüzünden. Göz göre göre yapıyoruz bunları, sonra gelip bir de ahlaktan edepten falan bahsediyoruz komik oluyoruz. Komedyenlere ihtiyaç duyulması beni şaşırtıyor bazen, böylesine bir kara mizah ürününü bireyin kendinden başkasından beklemesi ne komik, kahkahalarla gülüyorum.



  Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim ,bir oda var misal ve içerisinde yatağınız vantilatörünüz(yaz olmasından mütevellit) buz dolabınız ve elbise dolabınız var diyelim. yaşadığınız dünyanın üstünde de bir karadelik, tekdüze bir yaşantıda saplanmış 'geçinip gidiyorsunuz'. Kara delik kimin umrunda değil mi ? Yutup hiçliğe alması dünyanızı kimin umrunda değil mi ? Onunla ilgilenmesi gereken başkası(?) var nasılsa değil mi ? Üzücü fakat böyleyiz. Sadece siz değil ben, bizler herkes... Herkes böyle işte. Geçinip gidiyoruz fakat esas filmin önemli kısmını görmemekte ısrarcıyız, sayfalarca felsefe yaptırıyor bu vaziyet. Üstünde burada satırlarca yazı yazılan bu filmin büyük kısmı ne mi ? Bakın bunu ben de bilmiyorum, aslında üzülerek söylüyorum Sokrates haklı, bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim. Yani bu, bunu da bilmediğim anlamına gelir belki daha fazlasını biliyorum , sanırım burada noktalamalıyım.

"Anayurt Oteli'nin Aylak Adam'ı"

0 yorum(lar):