Aşk denilen şey , insanı bazen hiç beklemediği anlarda yakalar. Arsızdır. Kovulsada gitmez. Nerede durması gerektiğini bilmez. Bazen insanı öyle bir ele geçirir ki , insan kendi hayatını hiçe sayar. Tıpkı az sonra anlatacağım esir aşıklar gibi.. Şimdiden keyifli okumalar..
Horace Greasley , SS kumandanı Heinrich Himmler'in karşısında |
Horace Greasley İkinci Dünya Savaşı’nda bir
İngiliz askeriydi. Asıl mesleği berberlik olan Horace, gözü pek, hazır cevap,
cesur , zeki bir askerdi. Bir gün İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’a karşı
savaşan her askerin başına gelebilecek o korkunç şey oldu ve Almanlar’a esir
düştü. Ancak Horace rahat tavırlarından ödün vermedi. Esir kampında bu
tavırları herkesin (özelliklede Alman askerlerin) dikkatini çekmişti. Asıl
mesleği berberlik olduğu için kuytu köşelerde Alman askerleri bile saçlarını
kestiriyorlardı.Esirliğin ilk ayları kolay geçiyordu onun için. Ancak kış
geliyordu ve esirler için özellikle kış çok zor geçer: Eksi 40 dereceye
yaklaşan dondurucu havada verdiği yaşam kavgasını kazanacaktı Horace. Ancak o
kış, bütün kampta salgın hastalıklar baş gösterecekti. Bundan en yakın arkadaşı
George da payını alacaktı. George , Alman olmasına rağmen babasının gaddarlığı
yüzünden o kamptaydı ve Horace ‘ nin dertleşebildiği konuşup anlaşabildiği tek
kişiydi. Onun ölümü Horaca’yi çok etkiledi ve Horace derin buhranlara girdi.
Sık sık kamptan kaçıp ormana gidiyor , ufak bir gezintiden sonra tekrar kampa
dönüyordu. Onu tanıyan Alman askerleri de gezintiye çıkmasına ses çıkarmıyordu.
Horace’nin hayatını baştan aşağı değiştiren olay ise “For Eight” isimli esir
kampına maden ocağında çalıştırılmak üzere gönderilmesiydi. Hayatın bütün
zorluklarını orada tadacaktı. Ancak hiç beklemediği bir güzellikte onu
bekliyordu.
Rosa |
Yine
bir gün madenden dönerken kampın girişinde siyah saçlarını yukarıdan
toplamış,botları ve kıyafetleriyle tam bir savaşçıyı andıran, yeşil gözlü
bayan, Horace’nin dikkatini çekmişti. Böyle bir duyguyla uzun zamandır baş başa
kalmadığı için afallamıştı. Önce bu bayanı kampın görevlilerinden biri sanmıştı
ancak daha sonra onun da esir olduğunu fark etmişti. O gece kampta bu yeşil
gözlü bayanı aramak için dolaşmaya çıkar. Bir ağacın arkasındayken ileride bir
gölge görür. Saklanmaya başlar. Ancak bir süre sonra elleri ve bacakları
titremeye başlar. Çünkü bu gördüğü gölge , o yeşil gözlü bayana aittir. O
bayanla tanışmayı başarmış ve konuşmaya başlamışlardı. Horace, bu bayana kendi
dilinde “gül” manasına gelen Rose ismini takmıştı. Rose ve Horace artık hergün bir
önceki günden daha fazla görüşmeye başlamışlardı. Horace , o kampta Rose’un
Yahudi kökenli olduğunu bilen tek kişiydi. Ancak Horace için bu hiç sorun
oluşturmadı çünkü tam anlamıyla bir aşıktı artık. Horace bazen kamptan kaçar ,
birkaç saat sonra erzak toplamış halde geri dönerdi. Rose’un iyi beslenmesini
sağlamak istiyordu. Hatta kampta parça toplayarak beklide bir esir kampında
yapılabilecek en zor şeye imza attılar ve birlikte bir radyo yaptılar.
Esirlerin, savaşın gidişatından haberdar olabilecekleri bir radyoları vardı
artık. Bütün bu yaşanılanlara karşın Horace “aşk mı özgürlük mü” ikileminde
kalmıştır. Yaklaşık 200 defa kamptan kaçmayı başarmış ancak gönlü Rose’u orda
bırakmaya razı olmadığı için tekrar geri dönmüştür.
Savaş
biter ve Horace zorunlu olarak İngiltere’ye döner. Ailesi savaştan sağ
çıkmıştır. Ailesine bu konuyu açar ve Rose ile evlenmek istediğini söyler.
Ancak babası şiddetle karşı çıkar. Babası Rose’un Alman olmasından dolayı bu
evliliğe izin vermiyordu. Almanlar bütün Avrupa’yı kana bulamış ayrıca
İngiltere’yi yerle bir etmişlerdi. Ayrıca oğlunun hayatı 5 sene boyunca esir
kamplarında geçmişti. Bunlar , bir babanın Almanlar’dan nefret etmesi için
yeterli sebeplerdir. Bunun üzerine Horace Almanya’ya gitmek ister. Ancak savaş
yeni bitmiştir ve ortalık henüz durulmamıştır. Yolar da pek güvenli değildir.
Çaresizce mektup yazmaya koyulur. Rose ise bu arada Amerikan askerleri
tarafından Berlin’e getirilmiştir. Horace bütün duygularını satırlara
döküyordu. İkisinin en büyük hayali olan Yeni Zelanda’ya yerleşip orada
yaşamayı her mektubunda dile getiriyordu. İkisinin de en büyük hayali budur ve
bu hayali yaşayacaklarına yürekten inanmaktadırlar. Her mektuplarında
aşk,sevgi,özlem ve gözyaşı vardır. Ancak bir gün olur Rose ‘dan mektuplar
kesilir. Artık Horace mektuplarına cevap alamaz olur. Bir gün Almanya’dan bir
mektup gönderilir Horace ‘ a. Mektupta başka birinin el yazısı vardır.Mektupta
şunlar yazmaktadır;
“Sayın Bay Greasley, Üzülerek belirtmek isterim ki sevgili
arkadaşım Rosa Raucbach 1945 yılının Aralık ayında vefat etmiştir. Rosa
bebeğini doğurduktan iki saat sonra öldü. Jakub adını verdiği oğlu da ondan
hemen sonra can verdi. …Böyle kötü bir haber verdiğim için çok
üzgünüm./ Margit Rosch”
Horace’ın dünyası başına yıkılır. Ve
tarihin gördüğü en çaresiz aşklardan biri daha bu şekilde bitmiş olur..
Horace’ı ise daha uzun bir yaşam beklemektedir. 2010 yılında ölmüştür. Bu arada
kendi aşkını anlattığı “Kuşlar Cehennemde Şarkı Söyler Mi?” isimli bir kitap
yazmıştır.
DIŞARIDAKİ
TARİHÇİ
0 yorum(lar):